Ahlak: Sözlük anlamı karakter, huy, yaratılış demektir. Terim anlamı ise güzel
davranışlar, güzel huylar, toplumun fertlerinin uymak zorunda oldukları
kurallar demektir. Dinimizde güzel ahlaklı olmaya büyük önem verilir. Peygamber
Efendimizin gönderiliş amaçlarından biri de güzel ahlakı yaygınlaştırmaktır.
Nitekim Peygamberimiz "Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim."
buyurmuştur. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'de de insanları güzel davranışlar
yapmaya yönlendiren bir çok ayet-i kerime vardır. Dinimizin emirlerine uyan
kimse, kendine çeki düzen verir ve hem inanç, hem ibadet, hem de ahlak
konusunda İslam'ın ilkelerini yaşamak için elinden gelen gayreti ve özeni
gösterir. Böylece din güzel ahlaklı olmamıza katkı sağlar.
Kur'an-ı
Kerim'de güzel ahlakı emreden ayetlerden bazıları:
-
"Andolsun ki kim özünü iyice temizlemişse kurtulmuştur. Kim de özünü
kirletmişse ziyan etmiştir." (Şems suresi, 9. 10. ayetler)
-
"Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınız aleyhine de
olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler
olun..." (Nisa suresi, 135. ayet)
-
"İyilik, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl
iyilik o kimsenin yaptığıdır ki Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaplara,
peygamberlere inanır. Yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara,
dilenenlere ve kölelere sevdiği maldan harcar, namaz kılar, zekat
verir..." (Bakara suresi, 177. ayet)
-
"Sizin en hayırlınız, ahlakça en güzel olanınızdır." Hz. Muhammed
(s.a.v.)
İSLAM'DA
ÖVÜLEN BAZI AHLAKÎ TUTUM VE DAVRANIŞLAR
Doğruluk ve
dürüstlük:Doğru
sözlü ve dürüst olmak, toplumsal huzurun ve mutluluğun gerçekleşmesi bakımından
oldukça önemlidir. Çünkü her insan iş yaptığı, arkadaşlık kurduğu veya herhangi
bir şekilde irtibata geçtiği kişilerin güvenilir olmalarını ister. Bu güven
ortamı insanların, dolayısıyla toplumların daha mutlu olmalarını sağlar. Ancak
birisi tarafından kandırılmak, aldatılmak, dolandırılmak insanı çok üzer. Bu
durum hiç kimsenin hoşuna gitmez.
Yüce dinimiz İslam işlerimizde,
sözlerimizde, kısacası hayatımızın her alanında ve anında dürüst ve güvenilir
olmamızı ister. Bunun örneğini en iyi şekilde Peygamberimizin hayatında
görmekteyiz. O (s.a.v.), dürüst ve güvenilir bir insan olduğu için "el-emin"
olarak anılmış, şaka bile olsa yalan söylememiş, dürüstlükten, doğruluktan hiç
ayrılmamıştır. Biz de O'nun yolundan gitmeli, doğruluktan ayrılmamalıyız. Çünkü
doğruluk bize başta Allah'ın rızasını, sonra da insanların saygı ve sevgisini
kazandırır.
Konuyla ilgili
ayetler:
-
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle
davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar..."
(Ahzab suresi, 70. 71. ayetler)
-
"...Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz sorumluluğu
gerektirir." (İsra suresi, 34. ayet)
-
"Emrolunduğun gibi dosdoğru ol..." (Hud suresi, 112. ayet)
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Doğruluk insanı iyiliğe, iyilik de cennete ulaştırır." Hz. Muhammed
(s.a.v.)
-
"Bizi aldatan bizden değildir." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Başkalarına
maddi yardımda bulunmak (infak):
İnfak: Kişinin malından Allah rızası için
ihtiyaç sahiplerine vermesi demektir.
Toplumda herkesin gelir düzeyi eşit değildir.
Bu sebeple dinimiz zenginlerin fakirlere, muhtaçlara yardım etmelerini
emretmiştir. Örneğin zekat vermek farz, fitre vermek vacip, sadaka vermek ise
sünnet olarak belirlenmiş ibadetlerdir.
-
"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık hayra sarf edenler var ya;
onların mükafatları Allah katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de
çekmezler." (Bakara suresi, 274. ayet)
-
"Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden
size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse gözünüzü yummadan
alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkmayın..." (Bakara suresi,
267. ayet)
-
"Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) harcamadıkça iyiliğe asla
erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir." (Al-i İmran suresi,
92.ayet)
Bilinçli ve duyarlı insanların fakirlere,
muhtaçlara, kimsesizlere yardım etmeleri, hem yardım eden kişinin Allah'ın
rızasını kazanmasına vesile olur, hem de toplumda birlik, beraberlik, kardeşlik
ve dayanışma duygularının gelişmesine katkı sağlar. Bu da toplumun huzurunu ve
mutluluğunu beraberinde getirir. Zaten insan dünya aleminden ahiret alemine
göçerken malıyla mülküyle değil, sevaplarıyla göçecektir. Allah'ın huzurunda
mal zenginliğinin hiçbir faydası olmayacaktır.
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir." Hz. Muhammed
(s.a.v.)
-
"Cömert (kişi), Allah'a yakındır." Hz. Muhammed (s.a.v.)
-
"Din kardeşinin ihtiyacını karşılayanın, Allah da ihtiyacını karşılar.
Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyamet günündeki sıkıntılarından
birini giderir. Bir Müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyamet gününde
ayıplarını örter." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Konuyla ilgili
sözler:
-
"Hz. Peygamberin, kendisinden bir şey istenip de ona 'hayır' dediği hiç
görülmemiştir." Ashab-ı Kiram'dan Hz. Cabir (r.a.).
Emaneti
korumak:
Emanet: Korunmak, saklanmak ve daha sonra alınmak
amacıyla birisine verdiğimiz her türlü eşyaya emanet denir.
Emanet sadece maddi eşyalardan ibaret
değildir. Bu, bir görev veya sır da olabilir. Sorumluluk sahibi bir insan,
kendisine verilen emaneti en iyi şekilde korur. Emanet konusunda en büyük
sorumluluğumuz Allah'a karşıdır. Çünkü Allah'ın bize verdiği her şey bir
emanettir. Bedenimiz, sağlığımız, ailemiz, doğa, hayvanlar, dünyamız vb birçok
varlık, faydalanmamız ve en iyi şekilde korumamız için Allah tarafından bize
verilen birer emanettir. Bunun yanında bir tanıdığımızın, arkadaşımızın,
ailemizin vb insanların da bizlere verdiği emanetleri korumak için sorumlu
davranmalıyız.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de (Nisa suresi,
58. ayet) emanetleri ehline vermemizi emrediyor. Bu da toplumsal görevlerin ve
sorumluluk gerektiren vazifelerin, konusunda uzman, bilgili, tecrübeli kişilere
verilmesi demektir.
Peygamberimiz emaneti koruma konusunda
bizlere en iyi örnektir. O (s.a.v.), yaşadığı toplumda herkesin güvendiği bir
kişiydi. Örneğin; Ticaret için şehir dışına çıkan ve aylarca dönmeyen kişiler,
giderken en değerli eşyalarını O'na emanet ederlerdi.
-
"Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında
hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder." (Nisa suresi, 58. ayet)
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Münafıklığın alameti üçtür; Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verdiğinde
sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edildiğinde korumaz, ihanet
eder." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Adaletli
olmak:
Adalet:Herkese eşit davranmak, hakka ve hukuka
uygun davranmak, ölçülü olmak demektir.
Adaletin uygulandığı toplumlarda huzur ve
güven ortamı oluşur. İnsanlar barış içinde yaşarlar. Haksızlıklar olduğu zaman
ise kargaşa olur, huzur bozulur, dostluk ve kardeşlik ortamı zarar görür. Bu
sebeple toplumun her kesiminde adalet titizlikle uygulanmalı, hukuka riayet
edilmelidir. Anne-babalar çocuklarına, öğretmenler öğrencilerine, yöneticiler
emri altında çalışanlara adil davranmalıdırlar.
-
"Muhakkak ki Allah adaleti, iyiliği, yakınlara yardım etmeyi
emreder..." (Nahl suresi, 90. ayet)
-
"Ey iman edenler! Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta
tutan kimseler olun..." (Nisa suresi, 135. ayet)
-
"...Eğer hükmedecek olursan aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adil
davrananları sever." (Maide suresi, 42. ayet)
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Adil devlet başkanı ve idareciler, mahşer yerinde Allah'ın yüce lütfuna
ve himayesine erecek olanların öncüleridir." Hz. Muhammed (s.a.v.)
Peygamberimizin
hayatından bir örnek:
Kureyş
kabilesinin ileri gelenlerinden varlıklı bir kadın bir suç işlemişti. Bazı
kişiler kadının cezalandırılmaması için sahabeden Üsame bin Zeyd'i
Peygamberimize aracı olarak gönderdiler. Peygamberimiz onların bu isteğine
kızıp üzüldü ve şöyle buyurdu:
"Nasıl
oluyor da bazı kimseler Allah'ın emri karşısında aracı olmaya kalkışıyorlar.
Sizden öncekilerin helak olmasının sebebi şudur: İçlerinden ileri gelenler suç
işlerse göz yumulur, ceza verilmezdi. Kimsesiz, zayıf insanlar suç işlerse
cezalandırılırdı. Allah'a yemin ederim ki kızım Fatıma dahi bu suçu işlese
cezasını vermekte tereddüt etmezdim."
Hoşgörülü ve bağışlayıcı olmak dinimizde
övülen ve yapılması istenen güzel davranışlardandır. Allah Kur'an'ın pek çok
ayetinde insanları hoşgörülü ve bağışlayıcı olmaya çağırmıştır. Her insan hata
yapabilir. Eğer hata yapan özür dilerse bu erdemli bir davranıştır. Karşı
tarafın bağışlayıcı bir tutum sergilemesi ise aynı derecede güzel ve sevap
kazandıran bir davranıştır.
Bilerek ya da bilmeyerek yaptıkları
hatalarından dolayı insanlara hemen kızıp darılmak, onların kötülüğüne
kötülükle karşılık vermek iyi bir davranış değildir. Bu durum taraflara sadece
zarar verir. Hoşgörülü olup affetmek her zaman insana kazandırır. Böyle yapan
kişi insanların yanında kazanmasa bile Allah katında mutlaka kazançlı çıkar.
Hz. Muhammed (s.a.v.) Peygamberliğin Mekke
döneminde on üç yıl boyunca çeşitli zulümlere, işkencelere maruz kaldı. Hatta
baskıların şiddetinden dolayı Mekke'den Medine'ye göç etmek zorunda kaldı. On
yıl sonra büyük bir orduyla Mekke'yi tekrar fethettiğinde, zamanında kendisine
zulüm yapanların hepsini affetti. Asla intikam alma yolunu seçmedi. Bu kişiler
de yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe ettiler ve Müslüman oldular. Eğer
Peygamberimiz intikam yolunu seçseydi (ki böyle bir şey olamazdı, çünkü o
rahmet peygamberidir), Kur'an'ın deyimiyle insanlar etrafından dağılıp
giderlerdi (Al-i İmran suresi, 159. ayet)
Konuyla ilgili
ayetler:
-
"... Bir kötülüğü bağışlarsanız şüphesiz Allah çokça affedicidir,
güçlüdür." (Nisa suresi, 149. ayet)
-
"Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir." (A'raf
suresi, 199. ayet)
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Allah, affeden kimsenin ancak şerefini artırır." Hz. Muhammed
(s.a.v.)
Alçakgönüllülük
(Tevazu):
Alçak gönüllü insan, sahip olduğu her
türlü nimet karşısında gurura kapılmayan, gösterişten uzak olan insan demektir.
Alçak gönüllü kelimesi ile tevazu kelimesi aynı anlamı taşır. Tevazu sahibi
insana ise "mütevazi" denir.
Dinimizde kibir ve gurur kaçınılması
gereken kötü huylar olarak belirtilmiştir. Bu sebeple insan sahip olduğu mal,
mülk, fiziksel özellikler gibi maddi nimetlerden dolayı kibirlenmemeli, gurura
kapılmamalıdır. Aksine mütevazi olmalı, kimseyi hor görmemelidir. Çünkü Allah
katında bize fayda verecek olan mal, mülk değil, tevazu, hoşgörü, merhamet vb
güzel hasletlerdir. Alçak gönüllü insan kendini başkasından üstün görmez.
Kimseyi ırkından, renginden veya işinden dolayı ayıplamaz. Sahip olduğu dünya
nimetlerini kibirlenmek için kullanmaz.
Peygamberimiz tevazu konusunda bizler için
en güzel örnektir. O (s.a.v.), devlet başkanı olduğu zaman bile küçük ve sade
bir evde yaşamış, mal mülk edinmek davasında olmamıştır.
Konuyla ilgili
ayetler:
-
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme.
Zira Allah, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez." (Lokman
suresi, 18. ayet)
-
"Rahman'ın has kulları o kimselerdir ki onlar yeryüzünde tevazu ile
yürürler..." (Furkan suresi, 63. ayet)
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Bir kimse Allah için yani samimi olarak tevazu gösterirse Allah onu
yüceltir."
Görgülü olmak:
Görgü kuralları, sosyal hayatımızda uyulması
gereken kurallardır. Bu kurallar yazılı değildir ancak toplumun fertleri
tarafından kabul görmüş, benimsenmiş ilkelerdir. Görgülü insanlar toplum
tarafından sevilir, sayılır, itibar görür. Görgüsüz, kaba insanlar ise toplumda
sevilmezler.
Dinimizde görgü kurallarına uyulmasına
önem verilmiştir. İnsanlara saygılı davranmak, tatlı dilli olmak, kaba ve
kırıcı davranışlardan uzak durmak gibi güzel davranışlar teşvik edilmiş, en
güzel örnekleri de Peygamber Efendimiz tarafından uygulanmıştır.
Konuyla ilgili
ayetler:
-
"Ey iman edenler! Kendi evleriniz dışındaki evlere, sahiplerinden izin
isteyip onlara selam vermeden girmeyiniz." (Nur suresi, 27. ayet)
-
"Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler..." (İsra suresi,
53.ayet)
-
"Size bir selam verildiği zaman, ondan daha güzeliyle veya aynı selamla
karşılık verin..." (Nisa suresi, 86. ayet)
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Ey insanlar! Birbirinize selam verin, akrabanızı gözetin, yemek
yedirin..."
Savurganlıktan
kaçınmak:
Yüce dinimiz İslam, savurganlıktan
kaçınmamızı, israf etmememizi ister. Ancak savurganlıktan kaçınmak sadece dinî
bir görev değil, aynı zamanda sosyal ve insanî bir görevdir. Çünkü dünyada
çeşitli sebeplerle aç ve sefil yaşayan milyonlarca insan vardır. Her gün
haberlerde, televizyonlarda görmekteyiz ki gerek savaş, gerek kuraklık, gerekse
doğal afetler sebebiyle ilaç, gıda, giyim ve barınma yardımına ihtiyaç duyan
insanlar bulunmaktadır. Durum böyleyken harcamalarımızda lükse kaçmak,
yediğimizi, içtiğimizi israf etmek uygun değildir.
Yüce Rabbimiz de hem savurgan olmamayı,
hem de cimri olmamayı emreder. Bunların ikisi de uç davranışlardır. Müslümana
yakışan orta yolu bulmaktır. Sevgili Peygamberimiz de tutumlu olmayı ilke
edinmiş, savurganlıktan her zaman kaçınmıştır.
İsraf sadece maddi varlıklarla sınırlı
değildir. İnsanın zamanını, sağlığını ve emeğini ölçüsüz kullanması da
israftır.
Konuyla ilgili
ayetler:
-
"Ey Ademoğulları! Yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf
edenleri sevmez..." (A'raf suresi, 31. ayet)
-
"Onlar, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik edenlerdir. Onların
harcamaları bu ikisi arasında dengeli bir harcamadır." (Furkan suresi, 67.
ayet)
Konuyla ilgili
hadisler:
-
"Irmak kenarında olsanız dahi abdest alırken israftan kaçınınız."
-
"İnsanların çoğu iki nimetin değerini takdir etmezler. Bunlardan biri
sağlık, diğeri boş zamandır."
Lâm-ı tariften (ال) sonra kamerî harfler adı verilen on dört harften biri gelirse buna İzhâr-ı Kameriyye” adı verilir. İzhâr-ı kameriyye, lâm-ı tarifin, mahreclerindeki uzaklıktan dolayı, kendisinden sonra gelen kamerî harflerden ayırt edilmesi, açıkça lâm-ı tarifin okunması ve telaffuz edilmesi demektir. Hükmü vaciptir.
Şimdi bu ondört harfi görelim:
Bu harflerin kolay hatırda kalması için oluşturulan beyti de yazalım:Yazdığımız bu beytin tüm harfleri izhar-ı kameriyye harfleri olmuş oluyor:
Şimdi örneklerle birlikte görelim:
Örneklerde görüldüğü gibi " elif lam" takısı dediğimiz " el takısı" kameri harflerle başlayan kelimelerin başına geldiği için "el " takısının okunduğunu görüyorsunuz.Kırmızı renk ile renklendirme yaptığımız harflerin kameri harfler olduğunu görüyorsunuz.
"İnşirâh" açılmak, genişlemek, sevinmek manalarına gelir. Duhâ sûresinden sonra Mekke'de inmiştir. 8 (sekiz) âyettir. Bu sûrede Peygamberimizin, çocukluğunda risalete hazırlamak üzere kalbinnin açılıp arıtılmasından söz edilmektedir. Ayrıca, onun getirdiği dindeki kolaylıklara dikkat çekilerek Allah'a şükretmeye teşvik edilmektedir.
Rahmân ve Rahîm (olan) Allah'ın adıyla.
1. Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?
2. Yükünü senden alıp atmadık mı?
3. O senin belini büken yükü .
4. Senin şânını ve ününü yüceltmedik mi?
5. Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır.
6. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.
7. Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul,
8. Yalnız Rabbine yönel.
Açmadık mı? Açıp genişletmedik mi? Senin için. Senin mutluluğun için göğsünü de nefesine genişlik, kalbine ferahlık, nefsine kuvvet ve ferahlık vermedik mi? İçinde bulunulan anda ve gelecekte, dünya ve ahirette bütün dilekleri izah edip de her zorluğu yenecek büyük bir ruh ile şaşkınlıktan doğru yolu bulmaya, gamdan sevince, darlıktan genişliğe erdirmedik mi?
Râğıb şöyle der:
Şerhin aslı, eti ve benzeri şeyleri açmak, yani açıp genişletmektir. Şerh-i sadr, yani göğsü açmak da bundandır ki, ilâhî bir nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı ve bir ruh ile onu genişletmektir.
Şihâb yazarı der ki: Aslı, eti yarıp açmak olduğu ve bunda bir açılma ve içini ve içinde bulunanı açığa çıkarmayı gerektiren bir genişletme bulunduğu için şerh ve genişlik kalb hakkında da kullanılır olmuştur. Kederini gidererek sevinç ve neşe verecek şeyi idrak etmesi bir şerh ve genişletme sayılmıştır. Çünkü onun sıkıntısını açacak ve üzüntüsünü giderecek geniş bir nefes aldırmak gibi herhangi bir sebep, bir duygu, bir ilham ile ondan gaip veya ona gizli bulunan sevinci gerektiren bir şey ortaya çıkar ki bu, bir kitabı izah etmek mânâsına şerh denilmek gibidir. Sonra da bu mânâ kalbin mahalli olan göğüste mübalağa için kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin genişlemesi, onun içinde bulunduran şeyin de genişlemesini gerektirir. Onun için işitirsin ki, sevince genişlik, zıddına da darlık ismi verirler. Bu bir kaç mertebe vasıta ile kinaye dallarına ayrılan mecazlardandır. Lakin yaygınlaşmasından sonra gizlilik giderilmiş, vasıtalar kaldırılmıştır.
Bu yapılan açıklama şerhin bir şerhidir. Şihâb yazarı eti açmaktan kalbi açmaya ve ondan göğsü açmaya geçerek gitmiştir. Fakat eti yarıp açmaktan göğsü açıp genişletmeye, ondan nefes genişliğine ve kalbin açılmasına ve ondan nefsin manevi olan neşe ve genişlemesine geçmek daha uygundur.
SADR, her şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi, insanın gövdesinin de belinden başına doğru ön ve içinden kalp ve ciğerleri kapsayan üst kısmı yani sine, göğüs veya bağır dediğimizdir. Arkadan sırta da zahr denilir. Yer ve cüz olma ilgisiyle kalb veya nefisten kinaye de olur.
Dıştan göğüs darlığı zayıflık işareti sayıldığı ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes darlığı, kalb sıkıntısı, elem, ızdırap ve tahammül edememe olduğu gibi, dışından göğüs genişliği (vüs'at-ı sadr); kuvvet alâmeti, göğüs açılması; bir özlemi ortaya koyma, içten göğüs açılması; nefes genişliği, rahat, kalbin açılması; ruhun sevinç, şevk, fikir, bilgi ve tahammül genişliği mânâlarını ifade eder. Bu şekilde "şerh-ı sadr", esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu halde bununla kalbe ferahlık vermek ve nefsi herhangi bir fiil veya söze açıp neşe ve sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsından kinaye edilmek de yaygın olmuştur. Öyle ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe ve ferahlık mânâsı anlaşılır.
Alûsî der ki: Şerhin aslı dağıtma ve genişletme olup "izah" mânâsında kullanılması yaygın olduğu gibi nefsin ferahlığı mânâsında da yaygın olmuştur. Hatta bunda örf olarak hakiki mânâdadır denilse uzak olmaz ve bu kalp ile ilgili olduğu zamandır. Kalbini şununla şerh etti demek, onunla sevinçli ve ferah kıldı demektir. Çünkü kalp nefsin konakladığı yer gibidir. Normal olarak da konaklanılan yerin genişletilmesi onda konaklayanın rahat ve ferah olması neticesini doğurur. Kalbin mahalli olan göğüsle ilgili olduğu ve göğsü açmak denildiği zaman da böyledir. Bu genel olarak kalp genişliğini de ifade eder. Çünkü normal olarak bir evin etrafını genişletmek evin genişliğiyle uygun olur. Geniş evin etrafı da genişletilir ki şirinliği artsın. Bundan hareketle nefsin neşe ve ferahlığına geçilir.
Kalp ve göğüsle ilgili olduğu zaman bazan da şerhten bilgiyi çoğaltmak mânâsı kastedilir. Denilmiş ki: Sanki bilgiler geniş bir alana muhtaç imiş ve kalp de onun mahalli imiş gibi hayal edilir de bilgiler çoğaldıkça kalbin de geniş olması gerekeceği düşünülür.
Bazı kere de bundan nefistekinin çoğaltılması kastedilir. Denilmiştir ki: Bu da, bilgileri genişletmek nefsin genişletilmesini gerektirir düşüncesiyledir. Bazı kere de "şerh-ı sadr" ile, nefsin kutsal güçler ve ilâhî nurlarla desteklenmesi mânâsı kast edilir. Öyle ki nefis, bilgi olaylarının meydanı, meleke yıldızlarının göğü, tecelli türlerinin Arş'ı, içe doğan bilgi sürülerinin yaygısı olur da artık onu herhangi bir durum, bir başka durumdan meşgul etmez, ona göre olacak, olan ve olmuş bir ve eşit olur ve bu mânâlardan her biri bulunduğu makama göre murat olunur. Yüce Allah'ın Resulüne nimetlerini sayma makamı olan bu makama en uygun olan mânâ ise -Ragıb'ın da anlattığı gibi bu sonuncu mânâdır. Bununla beraber diğer mânâlar da caiz görülmüştür.
Açık olan, bu gönül rahatlığının Duha Sûresi'nin inmesiyle hasıl olmasıdır. Bununla beraber A'la Sûresi'nde de bunun bir mukaddimesi bulunduğu gibi, bundan sonra Kadr Sûresi'ne kadar bunun mukaddime ve sonuçlarını bir izah vardır. Tefsirciler "şerh-i sadr" ile ilgili iki görüş zikretmişlerdir:
BİRİNCİSİ, haberlerde geldiği üzere çocukluğunda veya peygamberliği sırasında veya İsra gecesinde cismani bir ameliyat suretinde göğsü yarılarak kalbi çıkarılıp yıkanmış, yine yerine konduktan sonra iman ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır ki bu tartışmalıdır. Maddî kalp yıkanmasının iman, ilim, hikmet, şefkat gibi manevi şeylerle ilgi ve münasebeti bulunduğuna inanamayanlar bu husustaki rivayetleri mantıkî görmeyerek reddetmişler; bu ameliyatın esas itibariyle mümkün olduğunu ve maddi temizliğin manevi temizlik ile de ilgi ve münasebetini düşünenler ise bunu kabul etmiş, bununla beraber burada muradın o olduğunda ısrar etmemişlerdir. Peygamberlikten önce meydana gelen ve onun habercisi olan olağanüstü olaylar ve kerametler de inkar olunamazsa da sûrelerin tertibine göre buradaki göğüs yarmanın ne peygamberlikten evvel, ne de peygamberlik sırasında değil, Ve'd-Duha'nın inmesiyle yahut daha sonra olması açıktır. Bu yönden cismani mânâyı da gösteren en kuvvetli rivayet ise Mirac gecesiyle ilgili olarak Buhârî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî'de Katade'den rivayet edilen şu hadistir. Demiştir ki: Bize Enes b. Malik anlattı. Ona da Malik b. Sa'saa anlatmış. Efendimiz (s.a.v.) buyurmuş ki: "Ben Beyt'in yanında uyur uyanık arası bir halde iken içinde Zemzem suyu bir altın tasla bana gelindi de göğsüm şuraya ve şuraya kadar yarıldı". Katade demiş ki: Enes'e ne kastediyor dedim: "karnımın aşağısına kadar dedi". Buyurdu ki: Derken kalbim çıkarıldı da Zemzem suyu ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile beraber gittim. Ta dünya semasına vardık..." Bundan en açık olarak anlaşılan uyku ve uyanıklık arası misali bir keşif ve müşahede olması ve asıl neticenin iman ve hikmet dolarak Mirac'ın vuku bulmasıdır. Burada bu mânâ murat edilebilir ve bu şekilde bu sûre Mirac'a işaret olabilir. Ve'd-Duha'nın inişi sırasında da bir keşf ve müşahede vukua gelmiş olduğuna göre de bir Mirac olmuş demektir. İsra gecesiyle Ve'd-Duha'nın inişi arasında ne kadar zaman bulunduğu bilinmiyor ise de Mirac hadislerinde bu sûrelerin içerdiği mânâlara tesadüf edildiği ve Ve'd-Duha'daki "gece" den murat İsra gecesi olduğuna dair de bir rivayet bulunduğu için bunların Mirac ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir. Bunda ise cismani yarma ihtilaflı olduğu, ruhanî yarmada ise ittifak edildiği için, hangisi olursa olsun "göğsü yarmak"tan asıl murat, gaye olan son mânâ olmalıdır. O da iman ve hikmet ile hakikatın açılmasıdır ki, cisimler onun için çalışır ve ona feda edilir. Hakikatte bir elem olan cismani ameliyatlar onun bir vesilesi olmak itibarıyla kolaylıkla aşılabilir. Bu nedenle şu ikinci görüş ihtilafsızdır:
İKİNCİSİ, "şerh-ı sadr" dan maksat, neticesi marifet ve itaat olandır ki, bunu da birkaç şekilde izah etmişlerdir:
1. Hz. Peygamber (s.a.v.)insanlara ve cinlere peygamber gönderilince Allah'tan başka ilâhlardan ve onlara tapanlardan uzak olmak suretiyle insanlar ve cinlerle uğraşmak önce zor gelmiş, göğsünü daraltmıştı. Fakat yüce Allah ona öyle âyetler göstermişti ki bunlarla bütün o zorlukları aşma gücü ve imkanı bulmuş ve yüklenmiş olduğu her meşakkat, her şey gözünde küçülmüş idi. O şekilde ki kalbinden bütün tasa ve düşünceleri çıkarmış, ancak bir tek düşünce bırakmıştı. Çoluk çocuğun nafakası sıkıntılarını tınmaz, insanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez olmuştu. Hatta bunlar gözünde sinekten küçük olmuşlardı. Ne tehditlerinden korkar, ne de mallarına, makamlarına meylederdi. Şu halde "şerh-ı sadr", dünyanın değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibaret olur ki bunun benzeri En'âm Sûresi'ndeki "Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar. Her kimi de sapıklığa düşürmek isterse onun da kalbini daraltıp sıkıştırır."(En'âm, 6/125) âyetidir.
Buhârî'de de İbnü Abbas'ın âyetini, "Allah onun göğsünü İslâm'a açtı." şeklinde tefsir ettiği zikredilmekle yalnız bu mânâ gösterilmiştir.
En'âm Sûresi'nde de geçtiği üzere rivayet olunduğuna göre Ashab-ı kiram sordular:
- Ey Allah'ın Resulü! Göğüs açılır mı?
- Evet.
- Alâmeti nedir?
- Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlıktır.
Bunun özeti şudur: Allah'a ve onun vaad ve tehdidine samimiyetle iman, insanın dünyadan uzaklaşmasını, ahirete rağbet etmesini ve ölüme hazırlanmasını gerektirir.
2. Resulullah (s.a.v.)'ın sinesi bütün önemli şeylere açılmıştı, telaş etmez, ıztırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve ferah hallerinin ikisinde de gönlü rahat bulunur, yükümlü olduğu görevini eda ile meşgul olurdu.
"Senin kalbini" denilmeyip de "senin göğsünü" denilmesi, bu yarmanın genişliğine, yani yalnız içte kalmayıp eserleri dışta da göründüğüne dikkat çekme olmalıdır. Yani Resulullah (s.a.v.)'ın sinesi "Müminler için kanadını indir."(Hıcr, 15/88) emri gereğince bütün müminlere şefkat ve merhametle açıktır.
Bir de, "göğsünü açmadık mı?" denilmekle yetinilmeyip de "senin için" denilmesinde de nükteler vardır.
Birincisi, "lâm"ın "lâm"a karşılık olmasıdır. Yani "Ancak bana ibadet etsinler diye..." (Zâriyat, 51/56) ve "Beni anmak için namaz kıl."(Tâhâ, 20/14) buyurulduğu üzere, "sen bütün itaatı benim için yaparsın, ben de yaptığımı senin için yaparım" demek olur.
İkincisi, elçiliğin faydaları, sevabı Allah'a değil, elçiye ait olduğuna dikkat çekme olur. Yani, benim için değil, senin için açtık.
Üçüncüsü, bu açma ve yarmada zarar ihtimalininin bulunmadığını bildirmek içindir. Yani aleyhine değil, bütün sonuçları hayır olmak üzere lehine açtık ve yardık. Çünkü gafillerde olduğu gibi birçok sevinç ve ferahlıkların sonu felaket olur. Nitekim, "Nihayet kendilerine verilen şeyler sebebiyle ferahladıkları zaman, ansızın kendilerini yakalayıverdik. Bir de ne görürsün hepsi bütün ümitlerinden mahrum düşmüşlerdir." (En'âm, 6/44) "Bilmeyecekleri yönlerden onları derece derece düşüşe yuvarlıyacağız."(A'râf, 7/182) buyurulmuştur.
"Nun" ile "açmadık mı?" buyurulup da "açmadım mı?" buyurulmamasının da iki izah tarzı vardır: "Nun" tazim ve ululuk gösteren nun olması itibariyle, nimeti verenin büyüklüğü nimetin büyüklüğünü gösterir. Çoğul nunu olarak yorumlandığı takdirde de mânâ şu olur: Bu açma ve yarma işini yaparken doğrudan doğruya yalnız yapıvermedim. Meleklerimi de çalıştırdım. Sen o melekleri önünde ve etrafında görüyordun ki kalbin kuvvet bulsun da peygamberlik görevini o kalp kuvveti ile eda edesin. Bu durumda Cin Sûresi'ndeki "Gaybını kimseye açmaz. Ancak seçtiği bir elçi olursa başka. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. Bilsin diye ki, onlar Rab'lerinin elçilik görevlerini hakkıyla duyurmuşlardır. Allah, onların yanındakileri kuşatmıştır." (Cin, 72/26-28) mânâsına da işaret olur.
2. "Senden yükünü indirmedik mi?"
VAD', mutlak koymak mânâsına olduğu gibi aşağılatmak, indirmek, düşürmek mânâlarına da gelir. Burada yükü indirmek mânâsınadır ki bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten daha genel olabilir. Zira vizir, ağır yük demektir. Günah ve vebal mânâsı da bundandır.
3. "O senin sırtını ezen yükü". Bu, yük ve günah mânâsına gelen "vizr" in sıfatıdır.
İNKÂD, nikd yahut nekid yapmaktır. Nıkd; yıkıtınya, bozuntuya ve yürüyüş ve sefer nedeniyle zayıf ve güçsüz olmuş deveye denildiği gibi, bir şeyin bozulurken, üzülürken, ezilirken, koparken ve bir yük yıkılmaya yüz tutmuş bir durumdayken çıkardığı sese; sepilenerek boyanmış ve cilalanmış deri, ağaç ve arabanın gıcırtısı; eklem yerlerinin, kemiklerin çıtırtısı, kuşların çığırtısı ve bir şişenin ağzı sorulurken çıkan mıcırtısı gibi seslere de nıkd ve nekid, böyle ses çıkarmaya da inkad denilir. Buna göre "inkad-ı zahr": yükün sırta ağır basarak kemiklerini çatırdatması veya üzüp zayıf düşürmesi, bitkin ve güçsüz etmesi demek olur. Ki bizim "belini kütletti", "kemiklerini birbirine geçirdi" tabirlerimiz gibi ağırlık ve zorluğu anlatmada mesel olmuştur. Burada maksat, peygambere önce dayanılması ağır gelmiş olan zorlukların böyle ağır bir yüke benzetilerek anlatılmasıdır.
Bazıları, "nıkd" deve gibi zayıflamak mânâsından, çokları da ses çıkarmak mânâsından kemikleri gıcırdatmak, çatırdatmak mânâsına düşünmüşlerdir. İbnü Cerir demiştir ki: "Sırtına ağır bastı da ona gevşeklik verdi, gevşetti." demektir. Bu, Araplar'ın şu sözündendir ki, deve seferden döndükte sefer onu zayıflatmış, etini gidermiş olduğu zaman o deveye, "bu, seferin yorup bitkin düşürdüğü devedir" mânâsına "bu, nıkdu seferdir" derler. Râzî ve diğerleri de demişlerdir ki: "Dilciler şöyle der: Bunun aslı şudur: Sırta yük ağır bastığı zaman onun bir nakidi, yani hafif bir sesi işitilir. Nakid; deve üzerine konan sepetlerin, deve palanlarının, kaburgaların, yük ağır bastığı zaman devenin çıkardığı sestir.
Birincisinde zahr (sırt)'ın mef'ul (tümleç) olması açık denilebilirse de ikincide açık değildir. Çünkü bu mânâca "inkad", seslendirmek değil, seslenmek mânâsına lazım (geçişsiz) olduğundan ses sırtın değil, yükün sesi olmak gerekir. Bundan dolayı bunu sebebine dayandırmak kabilinden mecaza yorumlamışlar, seslenmeğe sebep olacak derecede ağır basmak mânâsına "yani onu ses çıkarmaya sevketti ve ona ağır geldi" diye tefsir etmişlerdir ki, bunun da aslı yani, "o yükle sırtın gıcırdamış, bel kemiklerin çatırdamış" demek olur. Bunun için biz de iki yöne de ihtimali olmak üzere, "sırtını zayıf düşürmüş olan o ağır yükü senden indirdi, attı" meâlinde ifade ettik. Fakat burada 'ya böyle müteaddi (geçişli) mânâsı verilmek için çalışılmasına benim gönlüm pek razı olmuyor. Bu ses Resulullah (s.a.v.)'ın sırtına değil, sırtındaki o ağır yüke, ağırlığa ait olmalı. Murat da Resulullah (s.a.v.)'ın, arkasındaki o ağır yükün gıcırtısından, verdiği eziyetten çok etkilenmiş olduğunun beyanı olmalıdır, demek istiyorum. Bu mânâyı anlatmak için de mef'ulü bih (düz tümleç) değil "sırtında" mânâsında mef'ulü fih (zarf tümleci) olmalıdır. Gerçi Nahiv'de mekan zarfından "fî"nin kaldırılması pek caiz değil ise de altı yön zarfında, canip ve cihette, haric ve dahil gibi kelimelerde istisna edilerek caiz olduğu bilinmektedir. Sırt mânâsına gelen "Zahr" kelimesi de altı yön zarfından "arka" mânâsıyla düşünüldüğünde "fî"nin düşürülmesi caiz olmak gerekir. Bu mânâ "mecazi isnad" tan daha yakın ve daha güzeldir. Şöyle demek olur: Sırtında gıcırdamakta, bu şekilde sana eza vermekte olan o ağırlığı, o ağır yükü senden attık, indirdik.
Bazı tefsirciler burada "vizr"i, "Onlar günahlarını sırtlarında taşıyorlar."(En'âm, 6/31) âyetinde olduğu gibi "ağır günah" mânâsına yorumlayarak, bunun kaldırılmasını, bu surette "Allah, senin günahından geçmişini ve geleceğini bağışlayacak." (Fetih, 48/2) gibi günahı bağışlamak mânâsına anlamışlardır. Fakat bu âyette geçen "zenb" tabiri, peygamberlerden meydana gelmesi caiz olabilen zelle (küçük hata, ayak sürçmesi) ve en uygun olanı yapmamak gibi küçük günahları da içine alabilirse de, ağırlık mânâsına gelen vizr'in küçük günahlar için kullanılması uygun olmayacağı gibi, ağırlığı bilhassa "o senin sırtını ezen yükü" diye önemle büyütülmüş olan vizr'in küçük günah mahiyetinde küçük kusurdan ibaretmiş gibi anlaşılması da hiç uygun görünmez. Gerçi bunun bu ağırlığı aslında büyük günah olmasından değil, ahlakı yüce olan peygamber (s.a.v.)'in en küçük bir günahtan bile şiddetle etkilenip üzülmesi nedeniyle olduğu güzel bir yorum olabilirse de zahirin aksi olmaktan kurtulmaz. Onun için bunun günah mânâsına değil, ağır yük mânâsıyla, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i peygamberlikten önce veya başlangıcında son derece üzen ve dayanılması ağır gelen bir takım zorluklar demek olması daha doğrudur ve çoklarının tercihi de budur. Bu zorluklar, bu ağırlıklar hakkında tefsirlerde başlıca şunlar sayılmıştır:
1. Yukarıda da geçtiği üzere peygamberlikten önce cahiliyye âlemi içindeki şaşkınlık halinin ağırlığı. Zira başlangıçta sırf olgun aklı ile bakan; bir taraftan kavminin şirk ve cehalet içindeki hallerinin fenalığı, bir taraftan da kendisini yokluktan varlık âlemine getiren ve yetim iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve güzel huylarla nimetler veren yüce Allah'ın, üzerindeki nimetlerini görmüş ve bunların büyüklüğüne karşı Rabb'ine nasıl ve ne yolda itaat ve hizmet edeceğini de bilememiş olduğudan dolayı vicdanında büyük acılar duymuştu. Peygamberlik gelince bu şaşkınlık yok olmuş, bunun gereği olan yük üzerinden atılmıştır. Şu belli bir şeydir ki, bir yükün ağırlığı vermiş olduğu eziyet ve sıkıntı ile uygun olduğu gibi, bir günahın ağırlığı da neticesindeki azabın şiddetine göredir. Bu açıdan gerek yük, gerek günah ağırlığı gerçekte ruha ait olan bir elem ve azap ağırlığı olmakta birleştiği için; yük bir günah, günah da bir yük gibi düşünülerek ikisi de bir ağırlık kavramıyla "vizir" mânâsında birleştirilir. Gönülde duyulan gam ve eleme vizir denilmesi bundandır. Ancak yük, elemi yok olarak sonunda bir ecir ve haz olması itibarıyla elemi daha sonra görülecek olan günahtan ayrılır. Onun için "vizr" olmaktan çıkar, nimet olur. Büyük bir kâr için nice ağır yükler, acı kederler bir nimet aşkıyla karşılanarak yolu bulununca haz ve sevinç içinde kolaylıkla çekilir. Oysa günah, kendisi bir zevk olsa bile neticesi elem olduğundan bunun aksine olur. Bir de nimet esas itibariyle herkes için övülen bir şeydir. Fakat alçak ve aşağılık kimseler bir hizmet karşılığında olmayarak emek vermeden nimet yiyip durmaktan ar duymaz, utanmaz da buldukça şımarır. Değerli, onurlu kimse ise, gördüğü lütfa karşı hizmet edememiş veya o nimeti yerine sarfedememiş olmaktan sıkılır, eziyet duyar ve bir hizmet yolu bulmaksızın o nimete kavuşmuş olup durmak kendisine ağır gelir. "Onda hiç kimsenin alacak bir nimeti yoktur."(Leyl, 92/19) vasfına uygun olmak ister. O sırada o nimeti veren bir tür hizmet yapmasını isteyince o hizmet ağır bile olsa onu yerine getirmeyi canına minnet bilerek o ağırlık kendisine hafif görünür. İşte peygamberlik gelince Hz. Muhammed (s.a.v)'den o hayret ve şaşkınlık gitmiş bulunduğu gibi o ilmin ve bu değerli ahlâkın hükmüyle o gam ve tasa kendisinden kalkmış ve o zorluklar kolaylığa dönüşmüştür.
2. Peygamerliğin gelmesiyle yol görünmüş, şaşkınlık halindeki önceki zorluklar sıyrılmış ise de bu kez de daha büyük bir endişe ve korku Resulullah (s.a.v.)'ın omuzlarına yüklenmiş bulunuyordu. O da peygamberlik görevinin hakkıyla alınıp yerine getirilmesindeki büyük zorluk ve sorumluluk endişesi ve girişeceği cihadda başarı derecesini ve kusur ettiği durumda Hak ve halk karşısındaki tehlikesini düşünmek meselesi idi ki, buna "A'ba-i risalet" yani, peygamberlik yükleri ismi verilir. Zira, "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar." (Fâtır, 35/28) mânâsı gereğince ilim artıp Allah daha çok tanınınca Allah korkusu da artıyor, önce iyi bilinmeyen nice ahiret endişeleri yüz gösteriyordu. Önce Cibril'le yaptığı ilk konuşmada bütün güç ve takatini saran "Son derece kuvvetli, çetin kuvvetlere sahip"(Necm, 53/5-6) bir heybet ve gücün kendisini sarması ve kuşatması içinde titremiş kalmıştı. Buna derece derece alıştıktan sonra da etraftan kâfirlerin o zamana kadar görülmeyen eziyet, sıkıntı ve türlü dedikodularla düşmanlık ve kötülüklerini görmeye başlamış, henüz "Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67) vaad ve duyurusunu almamış, "Ve her halde ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır. İlerde Rabb'in sana verecek de sen razı olacaksın."(Duhâ, 93/4-5) vaad ve müjdesine muhatap olmamış ve henüz ayrıntılı direktifler almamıştı. Bir müddet için dinlendirilmek üzere vahye ara verilip kesilmesinden dolayı duyduğu yalnızlık ve başına gelenlerden dolayı düşmanlardan duyduğu sevinç ifade eden sözler nedeniyle de çok tasalanmıştı. Bu suretle kendisini yalnız dünya elemleri değil, Rabb'ine karşı bir günah işlemiş olmak endişesiyle ahiretle ilgili tasalar da sarmış, işte bunlar onun sırtına basan ve belini kıracak gibi kemiklerini çatırdatıp yüreğini sızlatan bir vizir yani bir ağır yük gibi boynuna yüklenmişti. Yüce Allah vahyin kesilmeksizin ard arda devam etmesi ve Ve'd-Duha'nın indirilmesiyle bunların bir kısmını büsbütün üzerinden atmış, bir kısmını da alıştırmak, kendine ve ahirete olan keşf ve bilgilerini artırmak suretiyle hafifletmiş, ondan sonra dünyayı gözüne sinek kadar göstermeyecek, "Dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar değer yoktur." dedirtecek derecede kalbine ferahlık ve nefsine ilâhî bir kuvvet vermiş,
Kur'ân'ın feyziyle dünya ve ahiret nam ve şanını, zikir ve şerefini yükseltmeye başlamış idi. Onun için buyruluyor ki:
4. Yine senin için zikrini, nam ve şanını yükseltmedik mi?.
Bazılarına verilen ve netice itibariyle haklarında bir felaket olan şöhretler gibi aleyhe değil, sırf lehine olarak yükselttik mânâsı ifade edilmek için yine "zikir"den önce getirilerek tekrar açık açık söylenmiştir.
ZİKİR, burada "Andolsun size bir kitap indirdik ki onda sizin şerefiniz vardır."(Enbiyâ, 21/10) âyetinde olduğu gibi şeref ve şan mânâsınadır. Bununla beraber Kur'ân ve fikir mânâsına da işaret olabilir. Resulullah (s.a.v.)'ın nam ve şanının yüksekliği Bakara Suresi'nin âyetinde geçen "Kimini de birçok derecelerle daha yükseklere çıkarmıştır." (Bakara, 2/253) mânâsı üzere bütün nebi ve Resuller içinde derecelerle yüksekliğidir ki bunun özeti nam ve şanının Allah'ın namını takip etmesi, Allah anıldıkça onun da anılmasıdır. Ebu Ya'la'nın, İbnü Cerir'in, İbnü Münzir'in, İbnü Ebi Hatim'in, İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin ve "Delail"de Ebu Nuaym"ın Ebu Said el-Hudri (r.a.)'den rivayet edildiğini tesbit ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Cebrail (a.s) bana geldi ve dedi ki: Rabb'ım ve Rabb'ın şöyle buyuruyor: "Bilir misin, senin zikrini nasıl yükselttim?" "Yüce Allah en iyisini bilir" dedim. Dedi ki: "Ben anıldıkça sen de benimle beraber anılacaksın." Bu ise nam ve şan yüksekliğinin en büyük mertebesini açıklamaktadır. "Allah" denilince Resulü beraber anılır. denilince beraberinde denilir. "Allah'a itaat edin, peygamberine itaat edin."(Nisâ, 4/59), "Kim peygambere itaat ederse kuşkusuz Allah'a da itaat etmiş olur."(Nisâ, 4/80), "şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ı Resulüdür."(Fetih, 48/28-29) buyurulmuştur. Bu nam ve şan, bu Allah'la beraber zikredilip anılmak ise her yüksekliğin üstündedir. Nitekim Hz. Hassan'ın şu beyti de bu yüksekliğe işarettir:
"O parlak alınlı ki üzerinde peygamberlik mührü vardır. Allah'tan şehadet edilmiştir, parıldar ve şahit olur. Allah o peygamberin ismini kendi ismine katmıştır: Beş vakitte müezzin 'şehadet ederim' dediği zaman." "Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere salat eder (şeref ve şanını yüceltir)ler. Ey iman edenler! Siz de ona salat ve selam getirin." (Ahzab, 33/56)
5. Demek ki, "zorlukla beraber bir kolaylık vardır". "Fâ", fasiha olarak kendisinden önceki kısımdan sonraki kısma şahit getirme ve inceleme ile onu dallara ayırma tarzında; yahut sebeb bildiren fa olarak öncekini illet olarak göstermek suretiyle ta'diye şeklinde ilerisi için vaaddir. Bu vaadin gerçek olduğunu bildirir. Vaadin ne olduğu sözün akışından anlaşılmaktadır. 'deki elif-lam, fa'nın fasiha olması durumunda görünüşte "ahd" içinde olmak lazım gelirse de cüzden külle (parçadan bütüne) geçiş ile gerçekte vaadi ifade için istiğraka işarettir. Yllet için olması durumunda ise kübra (büyük önerme) demek olduğu için dorudan doğruya istiğraktır. Demek ki mânâ şu olur: O göğsü açma ve yarma, yükü kaldırma, adını yüceltme madem ki oldu, demek ki o senin çektiğin zorlukla beraber büyük bir kolaylık varmış, o halde daha da vardır. Yahut, çünkü her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Ondan dolayı seni kolaylığa erdirdik, yine de erdiririz.
Meşhur olduğu üzere burada "beraber", "sonra" mânâsınadır. Yakınlık, beraber olmaya benzetilerek ifade olunmuştur. Çünkü o göğsü açma ve yükü kaldırma, yükün sırtı ezmesinden sonra olmuştur. Kısacası, bu böyle olduğu gibi ilerisi için de böyledir. "Allah, bir güçlüğün arkasından bir kolaylık yaratacaktır."(Talak, 65/7) Bir iş darlık halinde genişler.
6. "Evet, zorlukla beraber bir kolaylık var". Bu da evvelkini vurgulamakla beraber yeni bir başlangıç ile vaadden vaade genelleme halinde bir vurgudur. Bunda 'in istiğrak için olması gerekir. Fakat önceki istiğrak için olduğuna göre bu ona işaretle ahd için olur ve şöyle demek olur: Evet, o her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Yani o zorluğa göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir. Çünkü kolaylığın var olmasından herkesin de mutlaka ona ermesi lazım gelmez. O kolaylığa inanıp, o zorluğa ehemmiyet vermeyip de Allah'yn izniyle sabır göstererek dayanan ona erer. Nitekim "Ve'l-Leyli" Sûresi'nde "Kim malını Allah yolunda verir ve takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu en kolay yola muvaffak kılacağız."(Leyl, 92/5-7) buyurulmuştur. Şu halde bundan sonra da bir zorluğa tesadüf edersen onu da başka bir kolaylığın izleyeceğini veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o zorluktan yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla. Burada "beraber" "sonra" mânâsınadır. Zira zorluk ve kolaylyk zıt şeylerden olduğu için bir arada bulunmaları caiz olmaz. Bir yere peşpeşe ve ard arda gelirler. Şu kadar ki bir yere varmaları itibarıyla beraber imi? gibi de düşünülebilirler. Yani bir yönden zor görünen bir şeyde diğer yönden bir kolaylık vardır. O şeyi, bu kolay yönünü bularak yapabilen kolaylığına erer. Her zorluğu bir kolaylığın izleyeceğine inanmak da o zorluğun yalnız sonunda değil, beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür. Bu itibarla "en güzel"i tasdik eden ve ona göre çalışan müminler için her zorlukta iki kolaylık var demektir ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine ahiret kolaylığı demek uygun olur.
Rivayet olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v) bu âyet inince ferahlık ve neşe içinde gülerek çıkmış, "bir zorluk iki kolaylığı yenemez", "Zorlukla beraber bir kolaylık vardır, zorlukla beraber bir kolaylık vardır." diyordu. Bu mânâ çoğunlukla zorluk mânâsına gelen "usr" kelimesinin belirli, kolaylık mânâsına gelen "yüsr" kelimesinin belirsiz olmasıyla izah edilmiştir ki bu izah, ikinci usr kelimesindeki "lâm"ın ahit mânâsında olması düşüncesine dayanır. Bununla beraber bu daha çok bu âyetlerin üstündeki ve altındaki "fâ"larla öncesi ve sonrasıyla olan irtibat ve bağlılıktan anlaşılmaktadır. Ahd ise, önceki "usr" kelimesinde açık veya dolaylı olarak anlaşılan genelliğin ahdi olmalıdır. Her zorlukla beraber kolaylığın bulunabilmesini de açıkladığımız gibi tartışmasız olarak anlamak mümkündür. Yani kolaylığın var olması, onun herkes için meydana gelmesini gerektirmez. Mesela, "kâfire ölüm ve cehennemde ne kolaylık var?" gibi bir soru sorulamaz. Sorulsa, "cennet vardı ama o iman etmedi" diye cevap verilir.
Usr kelimesinin başındaki "lâm"ın umumilik ifade ettiğine ve imanın şart olduğuna şu olay da delil olur: İmam Malik Muvatta'da Zeyd b. Eslem'den rivayet etmiştir ki, Ebu Ubeyde Hz. Ömer b. Hattab (r.a.)'a yazmış, Rumlar'ın çokluğunu ve onlardan korktuğunu, endişe duyduğunu anlatmıştı. Hz. Ömer (r.a.) de ona: "Şu muhakkak ki mümin bir kalbe herhangi bir sıkıntı inerse yüce Allah ona bunun arkasından bir rahatlık verir ve bir zorluk iki kolaylığı yenemez." diye yazmıştır. "Mümin bir kalbe" denilmekle imanın gereği olan gönül huzuru ve sabra da işaret vardır. Onun için, sızlanan müminin ahiret sevabını kaybetmesi de bu genel mânâ ile çelişki teşkil etmez. Bununla beraber hepsinde de hükmün genelliği yine Allah'ın dilemesi kaydına bağlıdır. Muvaffakiyet ondandır. Onun için bu hüküm ve vaadi hem ileriye genellemek ve dallara ayırmak, hem de Allah'ın lütfuna dayandırmak akışı içerisinde buyuruluyor ki:
7. O halde boşaldığın vakit, yani her zorluğa bir kolaylık vurgulanarak vaad edilmiş olduğu için bir görevi, bir ibadeti bitirip bir zorluktan bir kolaylığa geçtiğin, biraz dinlendiğin, mesela aldığın vahyi yerine ulaştırdığın, farzlarını yerine getirdiğin vakit yine yorul, iş bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmeti tercih edip diğer bir ibadet için kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye geç, namaz bittiyse duaya geç ki, kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş olasın. Bilindiği gibi "nasab", yorgunluktur. Kolaylık tembelliğe sevketmemeli, çalışmaya teşvik edici olmalıdır ki onun peşinden de bir kolaylık gelerek, artma ve ilerleme durumu hasıl olsun.
8. Rabbini mef'ul (tümlec)ün fiilden önce getirilmesi "ancak" ve "sadece" mânâlarını ifade etmek içindir. Yani ancak Rabb'ini iste ve arzula, her ne umarsan ondan um. Onun dığındaki sebep ve illetlerde veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada bağlanma da bütün çalışmalarında ancak ona yönel, durmadan ona doğru yürü, ona doğru, bütün lütuf ve nimet onundur. Onun için sade nimete ve esere rağbet ile kalmamalı; nimetten, nimeti vereni görüp hep ona doğru yürümeli, onun için çalışmalıdır. Son murat edilen odur. Bu sûreden şu kaideler çıkarılır: "Yı sıkıştığı zaman genişler." ve "nimet külfete göredir." Başka bir deyişle: "Külfet nimete uygundur." ve "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göre verilir." Allah için çalışan Allah'a erer. Bu şekilde bu iki sûre bilhassa Resulullah (s.a.v.)'ın hal ve şanını anlatarak feyzini daha çok yaymayı ve genelleştirmeyi ve neticede nimetten o nimeti verene geçerek ancak Allah'a rağbet etmesini hatırlattıktan sonra en mükemmel ferdin halinden türün haline ve müminleri bekleyen sonun da güzelliine geçilerek bu iki sûrenin bir bağlanışı olmak ve ahiret hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere "Ve't-Tini" Sûresi gelecektir.